28 Nisan 2010 Çarşamba

olmayana ergi

tanıdım o ânı. bilmeden büyütüp çok istemişim ve olmadı. olmayınca üzerine olacakları düşünmek endişlendirdi. küçük ve başarısız hissettim, biraz beynimin içi yandı, biraz eğreti kaldım. hani şu eskiden bütün yazılarımı üzerine kurguladığım biçimsizlik.

sonra okuldaki odama girebildim. içeri güneş giriyordu. bir anda o ferahlığı duydum, gördüm, hissettim. neredeyse somut ve duyulur bir ses: "utan" dedi. "işte sana bunca zamandır öğrendiklerini uygulama fırsatı. herhalde çok ayıp olur oturup buna canını sıkmak." ama ben bu sesleri duydum diye değil, kendimce karar aldığım için de değil, -evet biliyorum- sadece lutuf olduğu için o ferahlığı duydum. bu altın tasta bir hediyeydi. benim de tasımın altın olduğunu hissettiren bir hediye. birden o güzeller önümde resm-i geçit yaptılar, ya da sema gibi birşey... neden sonra köprünün üzerinde sarı dolmuşun içinde kıta değiştirirken, ben de değiştim, parladım, sırf onlardan yansıyan güzellikle ışıdım.

ve şunu düşündüm: evet beceriksiz ve çirkinim. ama o güzele özeniyorum işte, yüzüm ona dönük, eğri büğrü makyaj yapsam da, olmaya çalıştığım, görmeye çalıştığım, işitmeye, koklamaya çalıştığım odur. o, hadiselerin üstünde salınan nuhun gemisidir. o gemi asırlardır seyreder, ben de onu.