28 Şubat 2008 Perşembe

hâlâ blogu takip edenlere hürmeten..

dilimin şişikliği el şişikliğine ve ağrısına dönüştü. üstümden atamadığım bir yorgunluk, boğaz ve vücut ağrıları ile cebelleşiyorum. jet lag dedikleri böyle birşey mi imiş bilmem.. ama romantize edilen herşeyin gerçeği gibi burası da beklediğimden daha dağınık, daha normal ama tahmin edemediğin başka bir noktadan daha fantastik.. ilk hafta sonu eminönü'ne karşıya geçerken vapurdan çay almaya gittiğimde "simit de var mı" dediğim zaman tezgahtar kardeş bana şöyle sordu: "martı için mi?" "yok dedim insan için." "yok" dedi. "martı için bayat simit mi veriyorsunuz?" dediğimde, "yok, çizi veriyoruz" dedi ve ben o anda memlekete döndüğüm için mutluluk ve geleceğe dair eğlenceli bir ümit duydum.

23 Şubat 2008 Cumartesi

havada asılı kalmak

evet uçak atatürk hava alanına indi, evet hava bahar. evet burası istanbul ama ben nerdeyim? içimin ülkesi neredir, mevsim hangisi?

ya da...
ben geldim de; "nerede eski istanbul"lar. eski bir yenideyim. tekrar hayatın değil, seri üretimin terimi.

ya da...
hoşbulduk...

20 Şubat 2008 Çarşamba

dönüyoruuuuum

evet gün geldi, yine hareketleniyorum ama buna "dönmek" diyorlar. dün "jesus christ superstar"a gittim, sevine sevine izledim, hatıralarım ve hafızamla karıştıra karıştıra. kurgu, danslar ve sahneyle iyice zenginleşmiş. en sonunda pek güzel havalandı ve göğe yükseldi isa peygamber. benim içim bir son amerika sahnesi olarak ayrıca etkileyici oldu tabii. hele dışarı çıkıp da buz gibi havada son downtown turumu yaparken (dün elimde kolayla yürürken, son yudumuma doğru kola ağzıma katı olarak geldi, o derece!) dolunay tarafından selamlanmak... içim kıpır kıpır olmakla pek gündelik eşya dertleri arasında gidip geliyor. oturup yazı yazmak için fazla kıpırtılıyım.

bu blogun ömrü nereye kadardır bilmem ama daha meramım bitmedi sanki, dilim elim şişik, biraz daha...

17 Şubat 2008 Pazar

simit

hani karanlık sinemadan çıkarsın da, "gerçek hayat" denilen şey burnuna dolar, gözüne kaçar, duman gibi kesif ve keskindir, sesler gelişigüzel ama ahenkli ve hoyrattır. garip bir enerjiyle yürürsün, içine karışmak, içinde kaybolmak, ama yine de sen olmak istersin hayatın içinde. şimdi benim gelirayak kendime izin verdiğim hasretlerim ve hatırlama temrinlerim de böyle: kadıköydeki güneşi, bostancı sahilinin sessiz büyüklüğünü, üsküdardaki meyve sucuyu ve meydanı delen makinelerin sesini, bu gece rüyamda içinden bir yol bulmaya çalıştığım taşkışla'nın loş koridorlarını, istiklal caddesinin büyük bir maça giriyormuşsun gibi enerjik stadyum kılıklı girişini, o sinema çıkışlarına benzer bol duyulu, bol gerçekli hissiyat içinde hatırlıyorum, neredeyse ağzımı şapırdatıyorum...

16 Şubat 2008 Cumartesi

salya

bu toprak beni tükürmeden, uykusunda salyasından akmak istiyorum.

15 Şubat 2008 Cuma

portakallı kereviz

dün yine dersteyken, birden kendimi tırmaklarımı yerken ve çok ama çok gerginken yakaladım, dille boğuştuğumu, yeni yazmaya çalıştığım şeyler için kendimi fazlasıyla kastığımı, kendimden çok fazla şey beklediğimi anladım. oysa kavramaya çalıştığım şey kendi alanımın dışında, başka bir memlekette, terimleri ve sözdizimiyle entellektüel anlamda üzerinden düşünmeye alışmadığım bir dille ifadelendirilen bir şey ve çok normal tümüyle kavrayamam. dersi yarıda bıraktım, gökyüzüne baktım: "sadece ne demek istiyorsan onu söyle ve kendini rahat bırak, samimice düşündüğün ve inandığın şeyleri anlat, eğer yerini bulamazsa, yayınlanmazsa, anlaşılmazsa işte o zaman üzülmezsin." diye düşündüm. hava muhteşemdi, bahar dilinin ucunu göstermişti (biraz terbiyesiz bir mevsimdir ya). ağaçların ve boşluğun içinden eve yürüdüm, içimdeki zehiri gözlerimden tahliye ettim, biraz uyudum arkasından da metenin gönderdiği "sandık içi" isimli otobiyografik çizgi kitabını okudum, ersin karabulut'un. bu kadar karman çorman çizgi şeyleri hiç okuyamıyordum ne zamandır ama modumu çok iyi yakaladı. zaten içindeki kahramanlardan biri benim lise arkadaşım emrah ablak olunca, onlarla birlikte istiklalde gezmek filan çok kolay oldu kitabın içinde. kalktım, akşam oluyordu. sevgililer günü vesilesi ile cangüzel abla, yekta, fahir abi ve bebek pizza yemeye gittik. bebeğin anne babası da katıldı bize... hediye ettiğim küpeleri beğendiler, içim yumuşadı. mükemmel olmadığını bilmenin yumuşaklığı, toprağa yakın sakin bir his. facebookta biraz dolandım, insanların evlerine, spor takımlarının enerjik fotolarına, insanların kendi kameralarına verdiği pozlarla yaptıkları artistlik temrinlerine baktım biraz. uyudum. şimdi de portakal sulu kereviz ve pilav pişiriyorum. zamana yayılan kısık ateşte pişirme, insan hayatına benziyor. zaman zaman zuhur eden ağlama seansları da, altı yanmaya başlayan tencereye biraz soğuk su katmaya.

12 Şubat 2008 Salı

antropoloji vs. sosyoloji

hep bir nüans var da anlıyamıyorum farkını derdim, sosyal bilimci değilim, bak altyapım eksik filan ondan diye... bugun omid safi oryantalizmi anlatırken dersinde şöyle açıkladı farkı: "antropoloji sarı, kahverengi ve siyahları, sosyoloji beyazları inceler". ilginç bir renk teorisi!

11 Şubat 2008 Pazartesi

tower'ına kurban olayım...


öz

ben anladım, neden hüzünlüyüm: evi yok insanın. kendi kendime odama kapandığım günlerden biriydi ankara'da. yine kağıtları çizgilerle, yazılarla, renklerle didiklerken ve kafamdakileri gözümün önüne başka başka formlarda dizerken, bir söz çıktıydı: "özümdür sevdiğim!"

bir başka gün de şunu demiştim de şebnem ahmet hamdi tanpınar filan söyledi sanmış: "şehir bir mekan vehmidir, hayat da bir zaman vehmi" belki de çaldım birinden ama öyle işte, hafif orhan gencebay tınısı da var çünkü, pek sevdiğim başlığı şarkısının: "sen hayatsın, ben ömür" doğunun zaman nüansları işte, sadece "time" dediğin o sayılabilir şeyle sayılamayan kısımları, köşeleri. hüznüm o yüzden işte gidip gelmelerden zamanın, ömrün, hayatın içinde... ama evi yok insanın. bunu döneceğim evimin bile ev olarak hayalime gelmemesinden anlıyorum. bunca iğretilikten sonra çok özlemem gerekirken orayı. çok arıyorum ve içinde olmak, dönmek istiyorum oraya ama gerçek ev hissi içimde, özümde, bazı türkülerde kendimi kaybettiğim o mekansız sılada.

10 Şubat 2008 Pazar

north carolina revival

bir hafta daha geçi/şti/rmek için nc'deyim yine. niyetim biraz daha az kaotik bir ortamda son çalışma günlerimi değerlendirmek/ti. yine zamanda yolculuk yaptım ve ağaçların arasından erken bir bahara geliverdim. bahar gelmeden ben geldim, sabahki hisleri yok edici kör ayazlı beyaz ve donuk chicago kışından sonra... içimin donukluğunu parça parça eriten sadece sıcak hava değil, binip indiğim iki uçakta da bizi zıplatan, arkadaki kadını ağlatıp, hepimizi çığlıklara boğan derin hava boşluğu da bir faktör. bir kere de depremde şehadet getirmiştim, biri de bu oldu. hepimizin topluca en dindar anlarıydı sanırım. tüylerim diken diken oldu, gökyüzünde sallandık.

içimin buzları tam erimemişti ki eve geldiğimde eve baktım, bir bebek uyuyor. 45 yaşında beyin kanaması geçiren bir kadıncağızın torunu. bizimkiler -allah razı olsun- seferber olmuş, yardım ediyorlar aileye. ana baba hastanın yanında, olaylardan habersiz bebek, göz teması kurup kurup herkesle, gülücük saçıyor, her türlü malzeme ile dişini kaşıyor. neye niyet neye kısmet; hayat organik... yarın biraz ben pışpışlıyacağım onu, anne sabah hastaneye gittikten sonra. kaos hayatın dengesi işte...

dün chicago'da ilk defa ve derinden "özleyeceğim yahu" hissini yaşadım. daha içindeyken kaybedeceğini farkettiğin ve bu vesile ile estetize edip fantazi perdelerinin arasından hissettiğin sesler, görüntüler, kafanın halleri... ("third floor, going down" diyen asansördeki kibar ve ağır kadın sesi, ordan burdan kafasını uzatan sears tower, ofiste bir beyaz kupanın içinde duran kızlar tuvaletinin kırmızı ve erkekler tuvaletinin mavi saplı anahtarlığı, kuşluk vakti burnunu panjurun arasından uzatan eğik güneş, metra istasyonunun boğuk uğultulu taş koridorlarında birbirine değmeden yürüyen üşümüş insanlar, nihai nokta michigan gölü, oak park, lake caddesinde önce subway'de kıytırık bir sandviç yiyip gündüz seansına giriverdiğim loş sinema, tjmax'de yaptığım ucuz ve uzun sondajlar...)

pazar tekrar dönüp üç günlük bir toplanma seansı sonra ver elini thy.

8 Şubat 2008 Cuma

ainadamar

mekân cso. yani cumhurbaşkanlığı değil de onun chicago olanı. 1 değil, 3 değil, 5 de değil 6 kat çıktık. yine de sağlam altonun, muhteşem sopranonun sesleri geliyordu bize, yukarıdan görünen bu mide kaldırıcı görüntü, eserin dramatikliği ile uydu.

ainadamar, "ayn el dam" yani gözyaşı çeşmesi gibi bir anlama gelirmiş arapçada... eser garcia lorca'nın ispanyol iç savaşında öldürülüşü ile ilgili... flemenko tonları, zaman zaman neredeyse ud taksimine doğru giden araplaşmalar, çok enteresan ve etkili bir kararla bir kadın tarafından oynanan garcia lorca'yı temsil eden baş artistin muhteşem alto çığırışları, ölüm fermanı veren ispanyol adamın yırtık sesi. dinlerken arada kayboldum, uykuya doğru aktım ama biliyorum bu eserin güzelliğindendi. bazı anlar o kadar güzeldi ki, elimden gelip de o ana hakkını verecek duygulanmayı yaşayamadım. keşke birdaha daha önden, o üç kadının yüz ifadelerini görebilerek ve bu hisleri paylaşabileceğim birisi ile seyredebilsem.

kültür mantarının gününün diğer önemli olayı ise şu: jesus christ superstar'a bilet buldu! gençliğimin ezberi, rocker günlerimin neşesi, arkadaşlarla ara vermeksizin yarım saat filan bütün parçalarını birbirine bağlayarak söylediğimiz, bıkmadığımız o coşku dolu eser... 19u tam gitmeden bir gece önce, amerikaya veda etkinliği...


7 Şubat 2008 Perşembe

20 şubat

biletim 20 şubata, siyah bavulumu hazırladım bile, ortaya ayakkabılar, yanlara kıyafetler... yuvasını ve yumurtalarını korumaya çalışan bir kuş gibi, eşyalarımı bir arada tutmaya çalışıyorum, çünkü şimdiden birkaç küpemin ve çorabımın teki ve mavi atkım kayıp... son alışverişler ve akşamki "ainadamar" operası için downtowna gidiyorum şimdi.

6 Şubat 2008 Çarşamba

söyleme bilmesinler, söylemi bilmesinler

victor’un dersini detayıyla anlatmam lazım. harrison hall’da 303 nolu sınıfa girdim ve victor olmayan ama hafif yaşlı diye hoca olsa gerek kişiye “is it victor’s class” diye sordum. sonra “this is humanur bağlı” dedim ve o adam da bana aynen “this is …” diye başlayan bir cümle sıraladı. o esnada kendini tanıtırken telefon dışında “this is...” diye başlanmayacağını hatırladım, filan darken zaten ortama bir sıfır yenik girdim. o arada victor sarı bir sweatshirtle sınıfa duhul etti ve birkaç dakika sonra da beni farkederek sınıfa beni yeni baştan tanıştırdı. namım da şu: islami objelerle ilgili çalışan istanbullu meslektaş. hatta mümkünse biraz 5 dakika neler çalıştığımı anlatabilir miyim acaba? sadece gülümsedim, birşey diyemedim. peki güzel iyi hoş. devamında yaptığı sanat tarihi kategorizasyonları çok temiz. www.dipdive.com isimli bir siteden günün nabzını tutan obama klibi ve üzerine yaptığımız analizler mükemmel. narrative ve metod üzerine getirdiği yorumlar harika, modern sanatın objesi ve sahibini sorgulaması iyi hoş... ancak, aradan sonra abu ghraib ismi ile aranan www.salon.com diye bir siteden gözlerimizin önüne seriliveren çıplak ve işkence gören ıraklıların fotoğraflarını seyrettikten hemen sonra medya, temsil ve söylem üzerine konuşma pratiği beni hiiiç ama hiç açmadı, akademik objektif ve entel "critical distance"dan midem bulandı ve iyi ki kendimi sadece teorinin kollarına atmamışım zamanında diye çok sevindim. söylem söylem diye yırtınırken sizler, chicagonun bir soğuk yağmurlu akşamında saat 9a yaklaşırken o ıraklı esirlerin kafaları, gözleri ve kolları bağlı fotoları karşısında ahkam kesmek acaba nasıl bir söyleme hizmet ediyor? acaba böyle bir söyleme, "söyleme, sus!" demek çok mu aptal ve geyik bir tepkidir?

o dakikaya kadar bahsedeyim diyordum yazmayı düşündüğüm makaleden. ama sonra mecalim kalmadı, üzerimde o flaşlar patlamış ve kafama o kukuletalar geçirilmiş gibi suskun orda oturakaldım.

2 Şubat 2008 Cumartesi

beyaz bir uzay

uzay yolunda beyaz bir gezegendeyim, pırıl pırıl bir trenle dünyaya gidiliyor. robotlar durak isimlerini söylüyorlar. bu uzay parçasında bir dünyalı aile yaşıyor. türkler. ben her sabah erkenden çıkıp dünyaya gidiyorum, uzaylıların bastığı dünyaya, sonra akşam türk dünyalıların sığındığı uzaya dönüyorum... dünyalıların olduğu dünyaya gitmek istiyorum artık.

1 Şubat 2008 Cuma

şahmaran





"ease of production for the disabled people is more important than the aesthetics!"

oldu

beğendiler... güzel de bir tartışma seansı oldu arkasından. siyah elbisemi giydim ama saçımı toplamadım. en azından türkiye'den sunduğum bir demet tasarımda oryantalist, türk kültürü desenleri, osmanlı alıntıları kullanmadan kültürel temsili anlatabildiğim icin sevinçliyim. önyargıları sarsıcı olmak güzel. davetlere teşekkür...