31 Ocak 2008 Perşembe

gerildim

bu yarınki sunuş beni gerçekten geriyor. iyi geçeceğini kestirebiliyorum. en azından hebe höbö diye konuşamasam bile gösterdiğim projeler kendini anlatır diye ümit ediyorum. (sen sus projen konuşsun: tasarım eğitimi 1. düstur) kendime prensipler sıralıyorum: doğal ol, kendin ol, gülümse, kendine güven, siyah elbiseni giy, saçımı toplasam mı?
önden başkaları girip benim yerime sunsa iyi olacak; dur bunu ayarlamaya çalışayım... dua davet kelimesinden geliyormuş, bunu öğrendiğimden beri daha rahatım dua konusunda. iyi olacak inşallah...

30 Ocak 2008 Çarşamba

"ı" harfi

dün akşam 4 saatlik bir rötarla chicago'ya kondum, "kuş mu kondurmuşlar" derler ya, uçak konduramadılar bir türlü üstüne, pek değerli şehrimiz yine karlı fırtınalı, inemedik dönendik durduk. benim aklıma yine ontolojik epistemolojik ve pisiko, fiziko ve rizikolojik sorular geliyor: "neden buraya medeniyet kurmuşlar ki?" zorla bulabildiğim taksiye, -çünkü suburblara gitmek için önceden taksiye telefon etmen gerekiyormuş, yoksa 1,5 katı para alan şehir taksilerine binmek zorundasın- bindim, kasketli bir çocuk, "ay go to dı..." filan diyerek konuşuyor, "ı" sesini telaffuz edebilmesinden kıllandım, sordum: "by the way where are you from?", turkey dedi, ben o esnada rahatladım, ama arkadaş nedense sorularıma çok kestirme cevaplar verip benimle muhatap olmamayı seçti. "aslen nerelisiniz" dediğimde "bursa" dedi, sustu, ben de sustum. bir ara karın nasıl da bastırdığını irdeledik, o civarlarda da eminelere ulaştım. ancak eminelerin ailesinin kendi kalabalığının yanı sıra, evlerinde elti ve elti çocukları da vardı. elti hanım yün örüyordu, çocuklar pıtır pıtır koşarak etrafta terliyorlardı ve ben bütün bunların içinde çeşit çeşit bavullarımı ve kafamdaki konsantrasyonu kaybetmemeye çalıştım: hüma, cuma günü sunuşun var, zihnini uzaklaştırma, kendini muhabbete örgüye verme, kek ve çayın etkisinde kalma. üstüne üstlük evin küçük kızı yağmurla aynı yatağı paylaşmak suretiyle de olsa uyumayı başararak sabah erken kendimi evden uzaklaştırdım; metra durağına giderken chicagoda olduğumu hatırlayabildim. ofiste ise tam olarak algıladım. ancak iki tane birbirinden güzel yumuşak türkiye paketi beni benden aldı yine. melike ve mete, varolun. özellikle metenin çarpım tablolu defteri günün "punctum"u oldu. şekerlerden birini de hemen ağzıma attım, şimdi annemi arayıp sonra çalışacağım kısmette var ise..

27 Ocak 2008 Pazar

nasır

gittiler... iki gün sonra chicago'ya dönüyorum. şehir beni görünce ne yapacak bilmem. chicago beni istanbula hazırlasa iyi olur. çünkü burada nasırlarım yumuşadı; nasır ne kadar sert olsa ve acı verse de bazen, ayakkabının ayağını vurmasını engeller, sağlam bir kaledir. şimdi herşeyin arkasındaki sessizlik belirdi işte, ev halkı yorgun bir akşam üstü uykusunda. yürüyüşe çıktım ve küçük bir göl gördüm demin. içinde üç ördek vardı: ev sahiplerim dostlar suda yüzdüler, ben gelince kaçtılar. geriye orman ve sudaki aksi kaldı. anladım, yakında başım ayaklarım ve ben bir arada kalacağız ve ben kendime güzel hikayeler anlatmak isteyeceğim kendi suyuma çarpan. ışıkları açıp birazdan birkaç lokma birşeyler atacağız ağzımıza. cuma günkü sunuşuma hazırlanacağım merkezdeki. inşallah güzel geçer ve emeklerin içindeki öz görünür projeksiyondan. inşallah derim kolay sertleşmez, korur beni yine de, şartsız şurtsuz ve her daim sevenler gibi.

21 Ocak 2008 Pazartesi

dost

geldiler... gördüklerim görebildiklerimi aştı, arka arkaya, üst üste, yan yana bir sürü görüntü oluştu ama ses tekti. türkiye'den gelenleri karşılamaya giderken, melike ve cemalnur abla'yı, ben türkiye'ye, içimdeki vatan gibi, millet gibi, sakarya gibi en hamasi birşeylere doğru koşuyordum, arabayı o anonim ağaçların arasından memlekete sürüyorduk. ennihayet, bu tarafsız bölgede, bu sıfır noktasında dost yüzler ve kollar gülümsemelerle genişleyip genişleyip açıldılar, yorgunlukları sükunet gibi, çok eskilerden ya da çok derinlerden gelir gibi. memleketimle sarıldım... dostlar bize memleket, yollar bize memleket...

19 Ocak 2008 Cumartesi

kar

ince çıtırtılarla kar yağdı, bir çekirdek ama sımsıkı birbirine kenetli çekirdek bir ailenin evinde, ben de onlara kenetleniverdim. bir cumartesi günü karla birlikte biz de indirdik gönüllerimizi birbirimizin üstüne, ellerimizin içine, beyaz beyaz, dua ettik.

18 Ocak 2008 Cuma

şımarık şiir

insan gökyüzüne benzeyebilir
altında dinlenirse ve huzurla uyursa,
yağmura da benzeyebilir
içinde bulutlar toplanıp
ıslanıveriyorsa ortalık
kalp atışları yavaşladı ve düzenliyse
dünya rahvan bir at gibi döner
klavye çıtırdar
kuş üç kere cikler
halı mavi, çay sıcak
ve nevresimler çiçekli
uykuya geçmek kolay,
uzak doğudur ve doğrudur memleket.

17 Ocak 2008 Perşembe

böcek

mavinin üzerinde kırmızı, kırmızının üzerinde kırmızının durduğundan daha kırmızı duruyor. gezginin kendini gezerek bulma derdindeki psikolojisi. caillois isimli bir yazar, doğada renk değiştiren hayvanlar üzerinden bir analiz yapmışmıştı, meyda yeğenoğlu da bunu turizm kültürüne bağlamıştı yıllar önce, ankara mimarlar derneğinde sunmuştu. turistik nesneler üzerine çalışıyordum doktoramda, pek heyecanlanıp entelleşmiştim dinledikten sonra. caillois'in şimdi "man and the sacred" kitabı var bende, yarım yamalak baktım, maksat şimdi uğraştığım din kültürü üstü analizlere katkı yapsın, farklı alanlar, paradigmalar paslaşsın, hayat bayram olsun...

16 Ocak 2008 Çarşamba

sayfanın arkası

türkiyeden yeni gelen fotoğraflarda görüyorum, sadece benim değil, onların da saçları uzamış, yüzleri aynı, tanıdık gülüyor ama bazıları aradan geçen aylarda, hayatlarında ne olduysa, daha neşeli, daha yorgun, daha tuhaf ya da daha uzak. onlar sensiz de orda var olmuşlar, sen olmadan da yaşamışlar, çark dönmüş, sen burada ayrı gayrı bir kıtada uçak beklerken, kuş seslerini duyarken, sabah yeni rüyaların içinden kafanı uzatırken, yeni insanlara merhaba derken, türk bakkalındaki nazar boncuklarına bakarken, kahvene tatlandırıcı ve half and half koyarken, outletçilerde ucuz ayakkabı bakarken, tren beklerken, blog yazarken, gece uykun gelirken ya da kaçarken, facebookta kaybolurken, üsküdar'ı, kuzguncuk'u, bağlarbaşını kafanda canlandırırken, gökyüzüne baktığında yine aynı yıldızları görürken ama başka bir yerdeyken; onlar yaşamış, fotoğraflardan gülümsemişler ama sana değil. senin küçük vücut noktan haritanın arkasına kaçmış, hislerini, düşüncelerini, pılını pırtını, saçını başını toplamışsın, kağıdın arkasında kalmışsın. varlığın bu yabancı ve sessiz diyarda siyah siyah ve yavaş yavaş akıyor, kağıdın önüne mürekkep sızıyor...

14 Ocak 2008 Pazartesi

olsun...

evet güzel uzun kalem gibi ağaçlardan başka birşey yok ama öyle bir temiz hava var ki burada, bir kere değil, bir kaç kere üstüste çarptı beni... şimdi de bir hafta içinde herşeyi birden toparlayabileceğime dair bir inanç yarattı bende beynimdeki oksijenler ya da başka biryerlerdeki başka birşeyler. bir yandan uic'de yapmayı düşündüğüm sunuşu hazırlarken, geçen sene bu zamanlar mardin'de olduğumu hatırladım içim ezilerek, bir yandan da yarım yamalak başlayıp başlayıp bıraktığım makale kırpıntılarının nasıl da hep aynı şeyi söylediğini. kırpık yıldızlardan bir ay çıkar mı acaba?

11 Ocak 2008 Cuma

edebi bir eser olarak kuran

dün unc'deki iki tane dersi izledim ama hayır, tasarım masarım değil, "religious studies" bölümünün dersleri. ve çok mutluyum; özellikle "quran as a literary text" isimli ders beni gerçekten çok fazla açıdan besledi ve uyandırdı diyebilirim. klişeleşmiş bir sesler, sözler ve ibadetler manzumesi olarak algılayageldiğimiz bu metnin aslında ne kadar tarihi, edebi ve görsel bir yapı olduğunu hatırlatıcı, kafa sarsıcı, tabu devirici idi. bir ders kapsamında, üniversite çatısı altında basbayağı "tilavet" aracılığıyla dinlediğimiz alak suresinin içindeki kafiyeleri analiz ettik, dersin profesörü carl ernst, rahman suresindeki sürekli tekrar eden cümlenin "hebrew bible"daki başka tekrara dayalı bir bölüme cevap olup olamayacağını tartıştı. üstünde durduğu, hatırlayabildiğim ve not alabildiğim diğer konular: "bible" kelimesinin etimolojik olarak "kitap" kelimesine denk düştüğü, ama "kuran"ın "recitation" anlamına geldiği, yani sesli okuma ile birleştirildiği, yani sözlü kültürün parçası olduğu... zaten ilk basılı kuran'ın da ancak 1923'de üretildiği, özne kullanımının (ben, biz, sen, siz, onlar...) tıpkı bir shakespeare piyesindeki gibi bir çeşitlilik içerdiği, ancak bazen seslenen, bazen seslenilen bu öznelerin kimler olduğunu zaman zaman yakalayamadığımız... üzerine yemin edilen doğa öğeleri ve zaman dilimleri... "de ki" diye başlayan surelerin, peygamber tarafından da "de ki" denerek aktarılmasındaki incelik...

8 Ocak 2008 Salı

dilara ile sabah keyfi - dallas


ewinglere iade-i ziyaret

her ne kadar gerçekten o yataklarda yatmamış olsan da ceyar, o tuvalette iş görmesen de, bak sana vefalı amerikan girişimcileri ne de güzel makam düzmüşler. aslan kristmas süslü wc'sinden belli olur. osmanlı tarihçisi kuzenim cihanla bölgede yaptığımız tetkiklerde kendisiyle birlikte pişmanlık içinde şimdiye kadar osmanlı hanedanını ne kadar da gözümüzde büyüttüğümüzü, ama burada gözlerden ırak nasıl bir kültürü es geçtiğimizi ve bir milliyetçi his uğruna bunu nasıl da kolayına yaptığımızı anladık, hemen mübarek eli teyze makamında ihtiram içinde durduk ve tövbekâr olduk. evin ikinci katından bal dök yala bir manzara... yapmasak daaa etmesekdeee o wc, ceyarın wc'sidir, lalalaaalalaaaa... (dallas'a ufak bir geri dönüş oldu fotolara bakarken...)

7 Ocak 2008 Pazartesi

başkend.c.

artık gerçekten nerede olduğumu ve ne yaptığımı çok fazla bilmiyorum. önceleri döndüğüm yer olarak chicago tuhaf geliyordu, ama şimdi north carolina'ya "dönmüş" bulunuyorum, hafta sonunu d.c. de geçirdikten sonra. katman katman bir gitmeler ve dönmeler hissi içindeyim. çocukluk arkadaşlarım kerim ve nilüferlerde kalıp, birkaç hafta önce dallas'ta evlerinde kaldığım kuzenim cihanın da aynı yerde olduğunu öğrenip, üstüne üstlük odtüden fotoğrafçı arkadaş güneş'i de arayıp hepsi ile birlikte ve cümbür cemaat görüştükten sonra dünya mı küçük, biz mi dünyayız, bilemedim...

d.c. güzel, geniş, müzeli, düzenli, anıtlı anıtlı biryer. iki gün içinde ancak bu kadar fikir sahibi olabildim. ancak uzay mekiklerinden dinazorlara, modern sanattan native amerikalılara kadar her türlü konudaki müzeler bir bölgede toplanmış ve hepsi bedava, gez gezebildiğin kadar. tabii çok hoş bir imkan... bir de bazı ismi lazım değil amerikan şehirlerinden daha kimlikli, çünkü ister beğenelim ister beğenmeyelim, bir devlet baba duygusu, bir iktidar coşkusu var... bir ankara planlılığı, onun çok daha geniiiş bir versiyonu...

dönüşte ikea'ya uğradık, işte o zaman cangüzel ablanın yüzüme peçeteyle rüzgar yapıp; burası washington-north carolina arası, yolda mola verdik falan demesi gerekti, beynim kısa devre yapmasın diye...

2 Ocak 2008 Çarşamba

sur le banque

north carolina'ya dair şu an tek intibam, uzun uzun ağaçlı ormanları... çünkü bugün sabah geldim ve yapışıp uyumuşum güneşli odamda, cangüzel abla, yekta ve fahir abiyle uzun bir kahvaltı sohbetinden sonra... chicago üzerinden yaptığım gece transferinde hep görüp de kendime hiç kondurmadığım "havaalanı banklarında uyuma" hadisesini başarıyla halletmeme rağmen, yine de pek verim alamamışım demek uykumdan. sigara içme yasağı, işportacılara karşı tedbirler, security meseleleri ile ilgili anonslarla bölünüp dursa da uykum, kafamın altında laptop çantamla enteresan bir rahatlığı yakaladım ve son anda uykuya geçerken bile "aa galiba uyuyorum" falan diye şaşırmakla meşguldüm...

neyse efendim, burada wireless internetiyle kavuşan ve koklaşan minik laptopum sayesinde artık daha zevk ve şevkle bloguma devam edebilmeyi diliyorum. inşallah 29 ocağa kadar buralardayım gibi görünüyor, hafta sonu bir dc. kaçamağı dışında.