30 Ekim 2007 Salı

çekirdek çıtlamak/katletmek

buraya geldiğimden beri sadece bize özgü birşey olduğunu düşündüğüm ayçekirdeklerini minik paketlerde görüp görüp, allah allah sonunda bunlar da keşfetmişler diye şaşırıyordum. hatta cta treninin herzamanki çöplüksü çeşitliliği içinde yerlerde çekirdek kabukları bile görüyordum ama çıtlayan bir insan evladına rastlamamıştım. sadece yıllaaar yıllar önce amerika'ya ilk geldiğimde bir arkadaşın arap nişanlısına da çekirdek çıtlatmaya çalıştırıp o beceremedikçe de çok eğlenmiştik, onu hatırlıyorum.

ama geçen gün olanlar oldu ve yine cta treninin o pis atmosferinde bir zenci ablamızı çantasındaki çekirdek paketine uzanırken görmeyi başardım. yöntem şu: önce üç ila beş adet tuzlu çekirdek parmaklar marifetiyle paketten alınır ve olduğu gibi topluca ağıza atılır. sonra kapalı olan ağızın içinde görmediğimiz ama tahmin ettiğimiz bir ameliyeyle evirilip çevrilir veee ıslak çekirdek kabukları, -olduğu kadar- ağızdan ele yeniden tahliye edilir, arzuya ve vicdana göre yere ya da başka bir yere atılır.

acaba bir eğitim falan mı versem: "how to exract the sunflower seeds from its cover like to pull a hair from butter!"

29 Ekim 2007 Pazartesi

zeytin peynir eti

aklımı onlarla yemedim ama parmaklarımı yiyordum. greek town'daki yunan şarküterisindeki suratsız adama tahammül edip, yüzer gram feta peyniri ve siyah zeytin sardırdım. paketli falan değil, yağlı kağıda sardırıp bildiğin... bir paket de eskişehir yapımı etimek... (neyse eskişehir lafını pakette görüp aşırı duygulanmak iyiye alamet değil ama...) bu kadar mı lezzetli bir üçlüdür bu. tabii lipton sallandırdım bir tane de. ve üstüne tatlı olarak "made in greece" kuru incir. otele gelmeden yemeye başladığım siyah zeytin çekirdeklerini karanlık ve soğuk tren raylarına atarken de garip bir haz aldım...

3d kabusu



"nightmare before christmas-3D" ilanını görünce bir fazla boyuta 2 dolar fazlayı çok görmeden ödeyip uslu uslu gözlüğümü kaptım, koltuğa oturdum. neyle karşılaşacağım konusunda hafif de endişe duyarak, temkin içinde. neyse ki en azından orijinal modellemelere ve müziğe dokunmadıkları için tabii ki çok güzeldi. filmden çıkarken naçiz vücudumuzun üç boyut algısıyla oynarlarken, aslında ne derece iki boyutlu bir iş yaptıklarını düşündüm. yani filmin orijinalinde müthiş duyarlı ve "tactile" bir duyarlılık var iken, ne kadar da yüzeysel bir üç boyut algısıyla, nasıl da pişirip pişirip eskileri sunduklarını. ama helal olsun diyorum yine de. web sayfasına gidip o aptal oyundan da bir el oynayabilirsiniz, ben eğlendim.

bu arada yarınki halloween şimdiden "kabak" tadı verdi. jack'a katılıyorum, yeni arayışlara girmek lazım. sokaklarda bolca beyaz pudralanmış suratlarında kırmızı akıntılarla gezen kızlar, iskelet desenli tshirtler ve genetik kodlarıyla oynanmış envai çeşit kabaklar görmekteyiz şu aralar. ama en güzeli, bahçede bırakılmış bir kabağı, bir karakter yaratma endişesi duymadan kemirip şekillendirmiş sincapların eseriydi.

26 Ekim 2007 Cuma

bozkırda düğün

genlerime mi şükredeyim, yaratıldığım toprağa karılmış, ayrılıktan damıtılmış gözyaşlarına mı? medeniyetin fışkırdığı anadolunun ana ana dolu dolu, binlerce mezarı bostan yapan bereketli toprağına mı? deli divane bir mestlikle oynaşan, her günü kır düğünü toprağım. koklaya koklaya öpmeli...

bu coşkum için burdan burhan öçal ağabeyimizin temizleyip parlatıp elimize tutuşturduğu "bozkırda düğün" parçasına, şıkır şıkır dökülen, şakır şakır yıkanan, yine de nedendir bilinmez içimizi parça parça eden parçasına özel teşekkür... şükürler teşekkürlere yönelir napsın, şükrün muhatabı yönsüz, yöneliksiz...

24 Ekim 2007 Çarşamba

cetvel

kendinle vakit geçirmek ve bir başkasıyla vakit geçirmek arasında ne fark vardır? kendinle daha laubali olma hakkın var sanırsın, bir tür rahatlıktır bu. ama kendinleyken kafanın içinde zıplayıp hoplayan düşüncelere ne derece maruz kaldığını bazen farketmezsin, bunu doğal bir durum zannedersin. ama bu aslında ne yorucudur. bazan obsesifçe aynı şeyi düşünmek (aşık olduğun şey, kafanı taktığın bir konu vb) daha rahat ve kullanışlıdır zihin için. ama kendiyle vakit geçiren insancık, net bir düşüncesi de yoksa, maazallah pek yorulur hiçbirşey yapmasa da gün boyu. düşüncelerin sırtına sert bir tahta cetvel koymak lazım, bel ağrılarından muzdarip olmasın, yorgunluk çekmesin diye. ne düşündüğünü bileceksin, düşündüğünü bilmesen de.

22 Ekim 2007 Pazartesi

intibalar

resimlerden sonra birkaç kelime yazayım... san francisco biraz istanbul, bir nebze ankara, belki izmir ya da büyükada mı desem, biraz roma, yani velhasıl tuhaf bir akdenizliliği orda barındırmayı nasıl başarıyor bilmiyorum ama etkilendim. sokakta yaşayan birşeyler var, yavaşlayabilen ritmler, gevşeyebilen hisler. sıcak, terli... chicagodaki "kahvem elimde, ne olursa olsun yola devam, önüme biri çıkarsa excuse me" hali orada yok. meğer hippilik de oralarda başlamış, o ruhu hissettim... geri dönesim var. bir ara tekrar gidip martılara ekmek atmak lazım, boş boş etrafa bakmak lazım.

cam zebrası


okumak parkı




haiku

uçaktaki plastik bardakta sabah güneşinde buz olmak...

çin francisco 2


çin francisco 1




21 Ekim 2007 Pazar

chicago'ya "dönmek"

dönmenin kendi evinden başka biryere olması çok tuhaf. ama yine de o "dönme" hissini yaşayabiliyor isem demek ki buralara hafiften alışmışım demektir. ilginç.. "connecting" isimli nokia sloganından apartma tasarım konferansından ikrah getirmek suretiyle geri döndüm. denver'daki epic konferansının interdisipliner, neyle uğraştığı belli, kullanıcıyı dert edinmiş havasından sonra yine parlak, patlak, stilistik tasarım ideolojisinin sığ söyleminin içinde kendimi bulup da dört gün bu sığlıkta yüzmeye çalışınca bir yorgunluk oluştu haliyle. yorgunluk değil de bezginlik... artık anladık tasarım çok önemli birşey, form follows function, suction, fiction, emotion... şuna benzettim ortamı; herkes tavus kuşu, herkesin arkasında bir renkli yelpaze, herkes bu yelpazeleri açıp da birbirine göstermeye çalışırken, ortalık toz duman oluyor, renk cümbüşü, herkes kendi kuyruğuyla uğraşırken başkasının kuyruğunu görmeye mecali kalmıyor. ama san fransisco için düşüncelerim başka, pek yakında...

16 Ekim 2007 Salı

san francisco sokakları

anılarımın içinden tanıdık birtek bu çıktı, bakalım yarından itibaren ne eklenecek, sabah erken yolcuyum...

14 Ekim 2007 Pazar

shree shah


ayakkabıcıda tanıştığım hintli arkadaşım sandyha beni bugün hint dans gösterisine götürdü. kız 5 yaşından beri dansedermiş de prömiyerini anca şimdi yapıyormuş, racon öyle imiş. 3 saat filan sürdü ama gerçekten çok güzeldi. hem dans ediyor, hem hikaye anlatıyor, hem tapınıyor, hem de bir dili bir başka dile çeviriyor gibi. bir tür hiyeroglifi vücuyla yazıyor gibi. sonraki amerikanvari "aileme teşekkürler, hocam olmasa napardım" türü ala-i vala biraz baydı ama affettim onları çünkü ne zamandır yemediğim düzeyde güzel bir yemek vardı sonunda...

13 Ekim 2007 Cumartesi

bayram konuşması

dün, university of chicago'da (UC) yabancı insancıklara türkçe dersi veren bir arkadaşımın dersinde "native speaker" olarak konuşma yaptım, hem de neyle ilgili dersiniz?: "bayramlar!" bayram uzmanı bir kişiyim işte ben de böyle, nerde bayram orda hüma... gibi bir durum oluşmasın diye, mümkün olduğu kadar interaktif olsun istedim ders. öncelikle kağıtlı şeker ve çikolata drajeleri götürdüm oraya, badem şekeri ve çifte kavrulmuş lokum bulamadığım için. ağır ağır konuşmakla kalmayıp fazlasıyla düz ve salak bir konuşmaydı kanımca. çünkü "bayramlarda çocuklar kapıya gelir onlara mendil ve şeker veririz, el öperiz filan" derken, bir tanesi kalkıp sormaz mı: "peki bayramların medyayla ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz, cep telefonu mesajları ve medyalaşma?" diye... ha o zaman anladım ki kritikten çok uzak bir konuşma yapıyormuşum. tamam bu insanlar türkçe bilmiyor olabilirler ama hepsi master öğrencisi filan. bunun üzerine bayram ve ramazanlarda koka kola gibi markalar nasıl da müslümanlaşıyorlar, biraz da ondan bahsettim. oldukça enteresanbir deneyimdi. birkaç öğrenci boş boş bakıyorlardı ve gözlerinin içine bakıp konuşunca da gözlerini kaçırıyorlardı, anlamadıkları anlaşılmasın diye. ben de kendi halimi düşündüm burdaki, dil bütün anlamın üzerinden geçtiği bir yol ve ben şu hatayı çok sık yapıyorum; yolun kendisini düşünmek anlamı kaçırmaya sebep oluyor.

neyse vesileyle en güzel bayramlar diliyorum. ben en azından bayram sabahı bayram konulu şekerli ve tatlı bir sosyalleşme şansı elde ettim yad ellerde, bahanesi ne olursa olsun, buna da şükür...

10 Ekim 2007 Çarşamba

çöp

odam birinci katta, yani amerikan ikinci katı, aceleci amerikalılar bodrumu bir sayıyorlar zira. neyse. benim odamın duvarının bir özelliği var, bütün oak park bölgesi çöp bidonları o duvara yaslı, ya da büyük bir kısmı olsa gerek. ve her sabah bir festivalle uyanıyorum 8 30 da... bir iri çöp kamyonu ve artık tipini ezberlediğim pos bıyıklı bir amca gelir, olabilecek en yüksek gürültüleri çıkararak o çöp konteynerlerini kamyonun mekanizmasına takaraktan kamyonun içine devirir. o gayya çukurunda cehennemi bir suyun içinde bütün çöpler döner, dönenir ve yaklaşık 15 dakika süren bu işkence yavaşlayarak sona erer. tamam gün başına 15 dk işkence, benim buradaki rahatımın diyetidir, eyvallah. amaaa... gel gör ki gece gelip de karanlık güçler, iyi saatte olsunlarla dansa başladığında nolur? iksirler içilir, devran dönenir ve bizim çöp konteynerlerinde yeni bir ses ve ahenk dalgası başlar akşam 9 gece 2 arası. duyduğum şıngırtılar sadece şişe tahliyesi olmasa gerek, aynı zamanda korsan çöp insanlarının da şişe ve bilumum çöp ihtiyaçlarını karşıladıkları nadide vakitler... velhasıl çöpler devinir, çöp girer, çöp çıkar, çöp ezilir, çöp düzelir ama kendisiyle duvarımı paylaştığım bu hengame bitmez...

bu çöpsel devinim de benim kafamın içini kirli bir su haline getirmiş olacak ki bu sabah malum gürültüler içinde yine ayılırken, "ÇÖP!"... boşver ekolojiyi yeşil tasarımı filan, bu çöp ideolojisine bir bak sen, diye bir vahiy kokusu geldi burnuma...

7 Ekim 2007 Pazar

bidon

eastern promises

birşey bilmeden, sadece adındaki "eastern" lafına tav olarak girdim. nitekim bağlantıları kurmakta hiç gecikmedim: film "azim berber salonu"nda işlenen bir cinayetle başlar. türk çocuğu ekrem birilerinin boğazını keser. azim de ekrem de ana karakterler değildir ama olsundur. ayrıca cronenberg abimizin titizliğine yakışmayacak bir beceriksizlikle arada kırık garip bir türkçe konuşmaktadırlar, "ekrem sakin ol" falan gibi. garip bir romen lehçesi gibi birşeyle. tabii canımız amerikalı izlerlerimiz bunu anlamazlar ve farketmezler. bir ara ekrem çok fena ana avrat küfreder sokaklarda ve bir hristiyan mezarının üzerine işer. olay londrada geçmektedir. birileri aklanır, birileri suçlanır, benim içim kaçar.

tv

bir kadıncağız ağlıyor, dudakları titriyor. güzel güzel makyaj yapmış. neler olup bittiğini anlamam zaman alıyor. sonra yeşile kaçan flaşlı kötü bir fotoğraf görüyoruz; sivilceliymiş bir zamanlar. meğer o günlerini hatırlamış da içlenmiş. o mucizevi ilaç olmasa imiş kendine güveni, güzelliğini farketmesi nasıl mümkün olacakmış. neden sonra göz yaşlarını siliyor, karşısındaki öbür çok makyajlı ve fönlü saçlı kadının empati dolu yüzüne bakıp gülümsüyor. hayatı kurtulmuş, aydınlık bir yüz ile. kanal değiştiriyorum: ekran büyüklüğünde parlayan iri bir kalp üstü tıklım tıkış pırlanta dolu bir kolye görüyorum. "amazing" "cute" gibi nidalar geliyor. minik bir çiçek üstü yine pırıl pırıl pırlanta. kanal değiştiriyorum: bir kaşar sünüyor, dumanlar çıkıyor, birileri birşeyleri ısırıyor, mest oluyor. zevk, acı ve sevinç; hepsi burada. insanlar zıplıyor, insanlar bir takım ambalajları yırtıyor, birşeyleri sürüyor, birşeyler sıkıyor. ama sokakta yarım metre yakınından geçse biri; "excuse me" diyerek geçiyor. yok ne demek, buyrun.

genç bir çocuk gördüydüm geçen haftalarda, iri dükkanlar arası büyük ve sonsuz bir otoparkta; bembeyaz yüzlü, silik, ince. üstüne kartondan bir levha takmış: "free hug" yazıyordu. allak bullak olmuştum, ama şimdi biraz daha anlıyorum. birbirimize dokunup anlayıp, birbirimizi sevemiyorsak geriye çok az seçenek kalıyor: kendimiz ve kendimizi kendimizleştiren nesneler, kremler, gazozlar, şekerler, içecekler, giyecekler...

4 Ekim 2007 Perşembe

epic 2007

ethnographic praxis in industry conference... bugun ilk gündü. yıkılan önyargılarımın listesi:
- sosyal bilimci piyasada çalışamaz, hele sosyolog antropolog falansa akedemisyen olsun ya da hindistanda kendini kaybetsin ya da bulsun.
- doktora yapmak demek akademisyen olacaksın, hatta akademisyenliğe mahkumsun demektir.
(aksine bir sürü antropolog, hem de phdli phdli, intel, microsoft, lego gibi firmalarda çatır çutur user research, etnografi filan yapıyorlar, özellikle derecelerinden dolayı işe alınıyorlar, pek de memnunlar hayatlarından çünkü yaptıkları iş hem akademik niteliklerini sonuna kadar kullandıkları analitik, hem de ürüne yönelik sentetik bazlı... sentetik tiner gibi oldu, selülözik de vardı değil mi)

bazı önyargılarımın teyidi:
- amerikalılar hele de girişimci, patron ve corporate iseler hiç çekilmiyorlar kardeşim, "just do it" mentalitesinin yapıcılığı su götürmez de, bir yere kadar...
- evet kuzey avrupa tasarım konusunda olayı çoktan ıslak götürüp kuru getirmiş, ya da öyle birşey... bakınız legonun günümüze taşınması konusunda yapılan kültürel araştırma ve sunuşun kalitesi ve dolu doluluğu... ilk defa kavramsal anlamda arkası sağlam, doğru argümanlar. bir tanesini iletmek istiyorum: "we don't design products, we search for the changes in the culture"

2 Ekim 2007 Salı

küçük ev

kar da sepeliyordu allah sizi inandırsın. bu muhallebici resmine kolaj olduğum için affediniz.