29 Aralık 2007 Cumartesi

dora ve diego

en sonunda kuzenler de hasta oldu. ben ve dilara iyilestik. ortam cok agir, cok sakin ve kendimi ve herkesi fena halde orta yas ustu bir ritmde hissediyorum. sabah agir aksak yataktan kalkmak, kuzenin verdigi sabahligi giymek (hayatta giymem normalde), kahvaltida hastaliklarimizdan ve hangi asamada oldugumuzdan konusmak, agri ve sizilarimizdan, ates derecelerimizden konusmak, kahvalti sonrasi hepimizin kendi mikroplu bardagina koydugu ilik sular esliginde cesit cesit ilaclarimizi almak, hastaligi 'cocuga bulastimak'tan korkmak, bon bon tvye bakmak, walmarta falan gidip limon almak, buradaki cok agir calisan bilgisayarlarla internete baglanmaya calismak (cunku kuzenlerin esas bilgisayarlari ofislerinde) ve turkce karakter yazamamak, aksam ustu uyuklamak, cay demlemek ve icine walmarttan alinan limonlari koymak, sac renklerimiz ve hangi huylarimizin kime cektiginden dem vuran uzun ailesel konusmalar yapmak, geceleri uzun ve mesakkatli bir muzikal seansla 'cocugu uyutmak'...

ama tanidigim tarz yemekler, gunesli bir ev ve bu sicak iklim bana cok iyi geldi, o kesin... ha bir de lokum seker tatliliginda dilara ile gecirdigimiz 'dora' ve 'diego' anlari. bunlar cocuklarin barbi oncesi yas doneminin yeni idolleri ve dora's sleepover kitabinin her sayfasindaki maymun figurunu hersefer kitabi yaklasik 12-13 defa devirerek ve devrederek bulmak en sevdigimiz oyun... ve tabii 'george lopez' dizisini her aksam sirf sonunda butun kahramanlarin sicrayip hopladigi final jenerigi yuzunden bir ibadet edasiyla seyretmemiz...

25 Aralık 2007 Salı

ihlamur

dallas gayet ilik bir yer ama niye boyle karli iklim catilari yapmislar ucgen ucgen hic anlamadim, zaten o arada da atesim cikti, kuzen kizi 3 yasinda dilara ile grip grip serildik farkli koselere. getirdigim ihlamurlari ben iciyorum.

20 Aralık 2007 Perşembe

formaldehit

önce anlamadım, maket ya da 3d printer çıktısı zannettim. meğer gerçek ölü ceninlermiş. meğer onları böyle sergilemek bilimselliğe hizmet edermiş. "natural" sebeplerle ölmüşler ve kendilerini bilime adamışlar. cinayetle "body art", teşhircilikle dram, bilimsellik ve yaradılış düşüncelerinin arasında "izlediğim" "museum of science and industry"nin "prenatal" bölümünden sonra hiçbirşeye konsantre olamadım. gerçek boyutlu uçaklar, renk teorileriyle ilgili oyunlar ve bilmeceler, uzayın ve samanyolunun modelleri hiç de ilgimi çekmedi. sıkıldım, çıktım. herbirşeyin "bilim" adı altında sunulması, o ceninlerle, plastik mekanik çark detaylarının aynı çatı altında durması beni genelleme yerine, keskin fark ve uçlara taşıdı. zaten sergiyi gezen çocuklardan biri, annesinin ceninlere kitlenen bakışlarından garip bir huzursuzluk duysa gerek ki: "mama, stop staring at..." dedi. bütün kalbimle çocuğa katıldım ama yine de bir varoluş casusu, bir yaradılış zararlısı gibi büyük bir hürmetsizlikle fotoğraflarını çektim o doğamamış, ama ölememiş de, sergi ceninlerinin. içimde büyüyemeyen bir cenin kaldı, dondu... bir mucize gibi dolaştım etrafta.

ne cilvedir ki bütün bunlar kurban bayramının ilk günü oldu...

19 Aralık 2007 Çarşamba

saat 17

dün sabah bir erkek spiker sesi "saat 17" dedi ve ben uyandım, saate baktığımda saat 9du, yani türkiye'de 17.

şehir konsülü

crystal lake beldesi için yapmakta olduğumuz proje sunuşu için abe ile dün "city council regular meeting" denen toplantıya gittik. ben sanıyordum ki birkaç temsilci ve biz özel bir toplantı yapacağız. hayır. bütün halkın, derdi dermanı olmayan herkesin katılabildiği bir büyük salonda yapılıyor bu olay. ön tarafta yarım daire bir mahfilde ortada belediye başkanı "mayor" olmak üzere meclis üyeleri dizilmiş. tam yarım dairenin ortasında da bir masa, derdi olan sunuşu olan oraya gidip konuşuyor, karşı görüşler ve fikirler alınıyor. sonra da gayet pratik bir şekilde oylanıyor meclis üyeleri arasında. konular, "evimizin sokağına valet parking konsun mu konmasın mı?", "şehri temizleyen ve recycling yapan firmadan memnun muyuz, değil miyiz?, süresini uzatalım mı?", "merkez lisesi voleybol takımı illinois birincisi olmuş, dur tebrik edelim" şeklinde uzayıp gidiyor. akşam 7:30 da başlayan 30 gündemli toplantının 15. ve 16. gündemi bizim sunuşa tahsis edilmişti ve bizim mesele bittiğinde saat gece 11i geçiyordu. sonra ne yaptılar bilmiyorum o insanlar... ama şunu söyleyebilirim ki, gerçekten insanların birbirini dinlediği, sözlerini kesmediği, istekleri olmadığında mızıtmadığı, gayet mekanik ve demokratik işleyen bu ortam içime ferahlık verdi. bizdeki muadilini düşündüğümde bir dolu nümayiş gözümde canlandı: ortama ikide bir giren bir çaycı, hep bir ağızdan bağıran ağlayan insanlar, havalara girip tuhaf tuhaf espriler yapan bir belediye başkanı ve o esprilere çiğ çiğ gülen yalaka memurlar...

17 Aralık 2007 Pazartesi

that's wright...

gitme havasına girdim ya turist hislerim arttı, özellikle de oak park bölgesine ve otelime karşı daha ayrılmadan nostaljik hisler besler oluverdim... bu güzel frank lloyd wright beldesinin nadide tarihi ve turistik güzelliklerini görmek 4 aydan sonra bugüne denk geldi yani. yürüme mesafesiyle 10 dk yol halbuki.

bugünün pazar olması hasebiyle gezime "unity center" denen hem dini hem milli hem sivil işlevli wright yapısını gezmekle başladım. gerçekten de özellikle kilise kısmı, kilise fikrine dair kafadaki bütün klişeleri sallayan bir bina, hem tipoloji hem de ölçek açısından çok etkiledi beni. çünkü neredeyse klasik türk evinde görmeye alıştığımız o insani ölçek, japone bir düzlük ve geometriklik ve ahşabın mebzul ve en dürüst ve ham haliyle kullanımı. tabii yakışıklı bir rahip ve atonal ilahileri başarıyla ve güçle söyleyen sağlam bir koro. ayin sonrası dışarıdan gelen kesif kahve kokusunu takip edince kurabiyelere de ulaştım, sonra da herkesin yakasında birtakım kartlar olduğunu farkettim ve bende olmadığını.. ve bunun bir sorun yaratabileceğini hisseder gibi oldum ki bir adam gelip benimle kounşmaya başladı. türkiyeli olduğumu söylediğimde bana sorduğu soru gerçekten ilginçti: "are you from germany?" almana mı benziyorum dediğimde, almanyada yaşayan türklerden dem vurdu, bu garip tümevarım ya da tümdengelim karşısında donakaldım. unity centera hoşgeldin diyerek cümlesini bitirdiğinde ben dışarı doğru yollanmıştım bile.

ikinci durağım, wright amcamızın ev ve ofisiydi. yine aynı insanilik ve ışıklılık, çok işlevlilik ve art nouveau sevgisi doldu içime. kış güneşi şıkırdıyordu, iki durak arasında dünyanın en büyük pancake'inin onda birini yedim. otele gelip north carolina biletimi aldım.

16 Aralık 2007 Pazar

uç yâ kulum

önce dallas (aşağıdaki fotonun şerhi ve şehri), sonra 1 ocakta chicago havaalanından çıkmadan 7-8 saat bekleyip north carolina uçağına atlamaca. cangüzel ablalara gitmece. belki onlarla d.c. ye yollanıp kerimleri görmece. sonra ocak sonuna kadar n.c. de kalıp, chicago'ya gelip toparlanmaca ve türkiye... plan bu... bu durumda bir hafta içinde canım otelimden çıkış yapmam gerekiyor ve yine göçebe ve gezgin bir moda geçmem... işte bu havalanmış hisler yüzünden, ne birşey okuyup çalışabiliyorum, ne de kafamı toplayabiliyorum. siz siz olun çocuğunuzun adını hüma koymayın, nasılsa yere konmam diye ayakları bile apandisit gibi küçülüp yok olmuş, uçmaya mahkum kuş... (şikayetim yoktur)

14 Aralık 2007 Cuma

ceyar ve eli teyze

ya bak nasıl kapılarda bekliyorlar, ya misafir muamelesi yapmayın dedim size. siz yıllarca destursuz bir şekilde gelip evimizin başköşesine oturdunuz, biz hiç istifimizi bozmadık. pijama, portakal soyma, filan ev hali işte malum... 24ünde geliyorum oraya, kuzenlere. size de bir kapıdan merhaba derim kısmetse...

13 Aralık 2007 Perşembe

etik patik

yola çıkmışsınız, bir bot almayı planlıyorsunuz, rahat ve sıcak. bilinmedik bir ülkenin şehir merkezine doğru yollanmışsınız. yol köşelerinde büyük çöp bidonları var, bir tanesine doğru yönelip göz ucuyla bakıyorsunuz, bir de ne göresiniz, pırıl pırıl bir çift bot çöpte duruyor. mavi, timberland marka, aşağı yukarı ayaklarınızın boyutlarında. gözünüzü kaçırıyorsunuz, size öğretilen birşey var çünkü; çöpten birşey alınmaz. hatta birşey atarken bile yüz göz olunmaz. çöpe atılan şey tu kakadır ve çok fena karanlık kişiler çöpleri karıştırır. ama bu botlar... ama çöpün en üstünde ve tertemiz orda duruyorlar. hem de siz yola bot almak için çıkmışsınız, bu botları almak için (mi) çıkmışsınız. hava soğuk. yabancı bir ülke. ayağınızdaki çizmeleriniz artık çok eskimiş. hatta delik. aslında çok da farklı değilsiniz o anda çöp karıştırıcı karanlık insanlardan...

aldım, bir otobüs durağında denedim, biraz büyük, ama oldu. sonra onu bir naylon torbaya koyarak haşmetli bir balo salonunda gerçekleşen barok konserine de götürdüm. otele gelirken duygularım çok karışıktı. şu anda dolapta torbasının içinde duruyor. belki bu küçük dilenci botu yarın bir duşa sokacağım, arkasından karnını doyurup bir güzel uyku çekmesini sağlayacağım, sonra onu yeniden bu dünyaya getireceğim. kimse ona gülemeyecek. belki bir partiye götürürüm onu, bize bir türkü söyler, ya da bir blues parçası, hüzünlü birşey...

12 Aralık 2007 Çarşamba

soğuk

hava soğuk, insanlara da birşey oluyor bu iklimde herhalde. grafik tasarım bölümünün jürisi öğlen arasında dori de dahil 6 kişi meli denen kahvaltıcı kılıklı yere gittik. masanın ortasına konuşlanmama rağmen ne bir kişi bana bir soru sordu, ne bir göz temasıyla bir ilgi ifadesinde bulundu. sadece motorize bir hızla hangi dönem kim hangi derse girecek gibi ulvi konulara daldılar. herhalde liseden beri filan böyle "dışlanma" ve çok fena bozulma hissine kapılmamıştım. zaten bu garip ankara benzeri kuru soğukta beni geriye doğru çeken başka duygusal saçmalıklar da olurken bu da üstüne tuz biber ekti. biz -eksik olmasınlar ve kim olurlarsa olsunlar- okulumuza ve şehrimize gelen gavurlara, ayaklarını bile neredeyse sıcak suyla yıkamaktan daha ehven davranırken, bu tavır tabii bende kısa devre yaptırdı. ama neyse kısa bir devre burdayız diye tahammül gücüm fazla şükür...

bir yandan canım ablam melikenin güzel prodüksiyonunu aldım: kendisi türkiyede envai çeşit insancıklarım, dostlarım arkadaşlarıma selam ettirtmiş videoya çekip. güzel gülüş ve selamlarını esirgemeyenlere özellikle de canım abla melikeye mersi. ha bu vesileyle diyecektim, allah çoklu çoklu kapıları açıp açıp kapıyor, arada bazen cereyanda kalıyoruz, burnumuz akıyo gözlerimiz yaşarıyo ama maksat gücümüzü kuvvetimizi sağlam tutalım da yataklara düşmeyelim (sağlığım gayet iyi, metaforik ve kategorik konuşuyorum)

bütün bunlar olup bittikten ve o hiç dostane olmayan jüri ve sunuş zincirinden çıkıp da buranın cso'sunda (cumhurbaşkanı yerine chicago'yu koyacaksınız) güzel bir handel barok konseri dinleyip, harika bir sopranonun sesinde kendimi ve ruhumu dinlendirdim. kapılar kapalıydı, cereyan olmadı, ses güzel ve temiz ama sözler ihanetle ilgiliydi. bu aralar tema bu demek ki: murathan mungan-cenk hikayeleri de çantamda zira...

10 Aralık 2007 Pazartesi

9 Aralık 2007 Pazar

bahtım saçlarımdan karadır

evet dellendim ve birliğe varma yoluna bu sefer saç rengimi teke indirerek başladım. artık 4 numara naturel loreal dark brown oldum.

golden compass

eden ve arkadaşlarıyla bir karlı, kapalı chicago gününde, yani bugün gittik. kafam kadar mısır patlağı ve baldırım kadar diyet kolayı tabii ki bitiremedim. türkiye'ye geldi mi bilmiyorum ama, kesinlikle kaçırmayınız. karakterlerin hepsinin yanında gezdirdikleri birer hayvan (maymundan fareye, rakundan sivrisineğe) insan evladının aslında içinde neler beslediğini, nelerini nelere dönüştürdüğünü pek güzel resmetmiş. ilk defa da 3d hayvan animasyonlarının sakil durmadığı, yerine oturduğu, hatta ileri gidip söylersek, bu teknolojinin bu iş için, bu senaryo için yaratılmış olduğunu düşündürten bir film.

7 Aralık 2007 Cuma

motoroldu hayroldu

motorola proje final sunuşları bugün yapıldı. ikinci dönemde esas projeler yapılacak ama bu dönem analizle sonuçlandırıldı. tek birşey söyleyesim var: zayıftı. efendim "gençler facebooka meraklıymış, aksesuarda hafiflik önemliymiş, trendy olmak istermiş bazı insanlar" gibi beylik bir takım sonuçları fazla bir şekilde de filtrelemeden, paketleyemeden önümüze sundular. ben bu "visiting" pozisyonun üzerime yapıştırdığı "ufo" durumdan artık baymış bir şekilde yaralı aslan gibiydim. ne hocaların arasında lafa karışıp kritik edecek, ne de öğrencilerin arasına karışıp muhabbet ve geyik edecek bir pozisyonum var, açıkçası dönem sonu geldi diye seviniyorum. zira bu dil arenasında içinde o yapay dil zırhını üstüme giyinip er meydanına çıkıp konuşasım yok. e ama bu işler bizim işler... birşey diyemeyince de dilim şişiyor. yani zor zanaat. ifade ve iletişim ihtiyacımı tacadaki türk kardeşlerime diyafram eğitimi vererek tatmin ettim aynı günün akşamı. pek hoşlarına gitti ve seslerin volüm ve kalitesi de beş katı arttı, pek sevindim: ağızlar kubbe, vücutlar enstrüman oldu. hepsi benim hatırım için ayağa kalkıp şarkı söyledi, hem de "ağlamakla inlemekle" isimli şarkıyı sabırla dinleyip öğrendiler. sağolsunlar.

2 Aralık 2007 Pazar

bir hafta sonu daha...

ismini vermek istemeyen bir izleyicimiz beni pek memnun etti, yazı beklediğini ifade etti sağolsun. bir süre aşağıdaki fotoğrafın tuluat sanatı dünyasında kalsın blog diye düşünmüştüm ama, benim de elim kaşınıyordu hani, bu hafta sonunu yazayım diye, vesile oldu.. aşağıdaki fotonun da içinde olduğu çılgın bir haftasonuna imza atıldı bu hafta da. yeni arkadaşlarım verda ve esra ablalar ve becerikli ve evcimen olduğu kadar geyik de olabilen emine (bakınız köyden getirttiğim kız), beni bu hafta sonu la grange bölgesinin karlı ve buzlu yollarında ve sıcak evlerinde ağırladılar. verda abla birkaç hafta sonra konya'ya gideceğinden ve şubat başı döneceğinden kendisiyle biraz daha falza vakit geçirmek maksadı ile önce cuma akşamından eminelere gidip, kendimden beklemediğim bir performans ile mebzul miktarda sulu köfte yedim, kaç kere tencereye yönelip tabağımı doldurup doldurup boşalttığımı hatırlamıyorum, zira kendime malik değildim. sonra benim kendi kendime bir tür melankoli seansı olarak yaşadığım you tube dünyası gezintilerine emine, kızı suna ve kocası tahsin ile birlikte çıktık gecenin ilerleyen saatlerinde. önce taca'da parçaladığımız tsm parçalarıyla başlayıp, oradan türküler, aa sen horon biliyor musun, ya peki misket, ankara havası filan derken, kendimizi birden ayakta ve oynarken bulduk (kendime malik değildim). sonra sen ağlama, memleketim gibi parçalarla filan terimizi soğuttuktan sonra yattık.

ertesi gün piyano hocası esra ablanın öğrencilerinin performansı vardı bir yerlerde, o yerin bir piyano satış merkezi olduğunu da gidince anladım. zaten performanstan önce kısa boylu ve interaktif bir arkadaş bize ne de güzel ve değerli piyanoları olduğunu, çıkışta kulaklıklarımızı takarak nasıl da kimseleri rahatsız etmeden keyboardlarla oynayabileceğimizi filan anlattı. üç tane de önemli piyanodan söz etti; birisi gershwin için bir "sanatçı"nın ürettiği mavi ve üzerinde yıldızlar olan, nota koyma mahfilinde newyork silueti barındıran bir piyano, ikincisi şimdi konserde kullanılacak olan ve meşhur piyanist horowitz ile birlikte dünyayı gezmiş bir piyano, diğerini ise unuttum! neyse efendim, 5 yaşından 15 yaşına uzanan çocukların çeşit çeşit, kısalı uzunlu parçalarını dinledikten sonra esra ablalarda çaya gittik ve akşamı planladık: christmas walk! efendim mantık şu; bu mevsimde dükkan sahipleri derlermiş ki: "bütün sene siz bize hizmet edip mallarımızı aldınız, şimdi sıra bizde; biz size birşeyler ikram edelim". ritüel ise şöyle: kar buz demeden yollara dökülüyorsun, noel babalı, ışıklı, fırfırlı dükkanlara girip orda allah ne verdiyse yiyorsun: renkli benekli, baston şeklinde şekerler, buram buran tarçın kokan aşırı tatlı kurabiyeler, eğer şanslı isen somon balıklı kanepeler ve kremalı ıspanak gibi mezeler (biz şanslı idik), şarap, apple cider denen sıcak elma suyu vb. buz gibi havada gospel söyleyen zenci kardeşlerimize coşkuyla katıldıktan ve noel babayı hürmetle selamladıktan sonra hep birlikte eminelere gittik ve bir gece önceki you tube seansına aşağıdaki tuluat sanatı, ramazan gecesi çeşnisini ekledik. o geceyi de eminelerde idrak ettikten sonra öğleden sonra beni sessiz ve küçük odama bıraktılar.

misket

köyden getirttim kızı. çok bozulmuş buralar tey tey...