29 Eylül 2007 Cumartesi

denver

evet ancak vakit bulup yazıyorum, en yoğun toplantı dönemi. bizim milli maç sunuşumuz dün iyi geçti, özellikle bir sürü tasarım fikriyle onları efsunladık, yoksa bu kadar hard core sosyal bilimcinin entel ve native speaking spekülasyonuyla başa çıkmak zor. aha elimizde bunlar var deyip eskizleri çıkarınca pek sevindiler. burası dağbaşı. biri bize bişey yapsa kimsenin ruhu duymaz. herhalde sezon dışı ucuz olduğu için bu kayak cenneti oteline bizi getirdiler sağolsunlar. biz de bol hava alıyoruz iyi oluyor. kebapçı ve muhallebici, biraz da ülkü takviminin arkasındaki kartonlarda görmeye alıştığımız sonbahar resimleri tadındaki dağ manzaralarını sonra yüklemeyi düşünüyorum. orijinal fotoğraflar çekmeye çalışan biri için bu derece klişenin içnde kalmak üzücü tabii. neyse azizim, bir süre daha nostalji, hüzün filan lüksüm yok. dağlar, kültür muhabbeti ve post-itler....

25 Eylül 2007 Salı

süjesiz hasret

evet o melankolik hal bana da geldi, o otel odası şiirselliği, yersiz yurtsuz uzaklık ve gerçekten neyi özlediğini bilmeden içinin yanması... ama eskisi gibi yazamadığım için daha sessiz, daha yalın. youtube'la paslaşıyoruz, isteklerimi kendisine bildiriyorum, bazen tertemiz, bazen kıtır kıtır, bazen hiç de dediğimi anlamadan bir dikdörtgen altın tepside önüme sunuyor bulduklarını. bugün de kani karacayı çekti canım ve 2000 yılında çekilmiş bir belgesel çıktı karşıma parça parça. görmediğini zannettiğimiz gözlerinden söylediği "gözlerinden içti gönlüm" diye başlayan parça sayesinde gözlerimden gerçekten içilebilecek miktarda su çıkarmayı başardı... tevazuu, neşesi, sesiyle sevişmesi, halleşmesi, dertleşmesi, oradan kendine ve kendinden ötesine dair birşeyleri söyleyebilmenin rahat, emin ve duru hali... vücut enstrümanından büsbütün bir kültürü, canlılığı ve dengeyi serivermesi, şad olsun ruhu... burdan benzer hisleri kendilerine karman çorman ve zaman zaman hissettiğim neşet ertaş'a ve cem karaca'ya da selam duruyorum.

23 Eylül 2007 Pazar

tepsi

sıkı durun, karşınızda TEPSİİİİİİİİİİİİİİİİİ... bad&bath&beyond isimli, ötelemeci bir yaklaşımla; "aldıklarınız hiçbir zaman yeterli değil, her zaman daha çok satın alabilirsiniz" anafikrini ifade eden bir yerden 12.99 gibi ehven bir fiyata aldım. amerikan filmlerinde hep özendiğim o yatakta kahvaltı olayını yaşamadan önce -bence pratik olarak mümkün değil ağzın pas gibiyken nereye kahvaltı ediyorsun hemşehrim- minik protez akıl regal papatyalı leptopumu üzerinde test ettim, çalışıyor.

amerika'nın keşfi

1. "made in turkey" kayısı kuruları
2. fruit mist tangerine lime şekersiz gazoz, 0% juice, sıcak içilse bile gazlı diye bir serinlik hissi veriyor
3. metra; iki katlı tren, ekspres direk clinton caddesine gidiyor 10 dakikada. üstüne üstlük daha ucuz olmasına rağmen aypodlu ve leptoplu beyazların medeni medeni oturup vakitlerini değerlendirdikleri bir suburb ulaşımı şahikası, leş ve yavaş cta trenine bin basar.
4. jerusalem cafe: felafel var, pita denen lavaş ekmeği var, kebob ve türk kahvesi de var ama içmedim, iftarda çorbamı geciktirdiler diye kılım.
5. belli bir hızla downtowna yürürsen tempolu tempolu, kırmızıya yakalanmıyorsun geyiği doğru...
6. "istanbul" dediğinde, neresi olduğunu bilmediği gibi, sen dedikten sonra bile "istanbul" demeyi beceremeyen zenci teyze...
7. zenciler için ne söylemeliyim bilmiyorum; ırkçı mırkçı demezseniz; "insani, ya da hadi hayvani, hadi o da değil beşeri fonksiyonların en üst düzeyde yaşandığı bünyelerin enerjik coşkusu" diye özetleyebilir miyim?

22 Eylül 2007 Cumartesi

motorola hayrola

evrenle, nokyanın melodisinden daha popüler olmasın, motorolanın o tek sesli müziğini dinleyip dinleyip, motorola marşı adı altında kendimizce hit yapmıştık eski ankara günlerinde.. şimdi o günlerdeki motorola imajını düşünüyorum, bir de burda uic'de tasarım, mühendislik ve marketing bölümü öğrencilerinin birlikte aldığı dersin konusu olan motorolayı düşünüyorum. birlikte "interdisciplinary product development" dersi kapsamında motorola için yeni ürün geliştirecekler, farklı disiplinlerden hocalar da var, hatta dori de "user experience" konusunda antropolog şapkasıyla ekipte. harika... peki ne yaptık? tabii kalktık gittik motorola külliyesine, benim kafamda hâlâ kara kuru bir motorola imajı... fakat azizim, "innovation center" adı altında kurguladıkları yer gerçekten kendinin parodisi bir yer. hollywood tadında bir takım acil durum kahramanlığı filmleri ve sonra bunun çıka çıka içine bir takım çipler takılmış bir tür takip pardesüsünün reklamı olduğunun anlaşılması. "home entertainment" adı altında sundukları şey ise her odadan paranoyak bir şekilde opere edilebilen bir tür kumandalar ve cihazlar manzumesi. macaristanda kurdukları wireless internet hizmetini bir çeşit mükemmel sosyal sorumluluk projesi imişcesine abartmaları... yuvarlak yuvarlak tematik bölgecikler, ışıklar yanıyor, görüntüler kaçıyor, uçuyor. allahtan orda cep telefonu şarj eden bir bisiklet var, bildik bildik dönüyor, döndükçe telefonun ibresi yükseliyor, seviniyoruz. tıpkı benim hayran olduğum küçük laterna gibi, etkinin tepkinin nerden geldiği bilinen bir tür şeffaf duyarlılık yüzlerimizi aydınlatan.

ha bu arada motorola adı da şurdan gelmiş; araç radyosu yapıyormuş bunlar ilk, coca colaya benzesin, ola ola, oley filan gibi bir hava versin diye adı motor ola olmuş... hayrola, pazar ola...

aslında herşey dilde bitiyor: eğer ingilizceden "wow", "cool" ve "cute" kelimelerini kaldırsak bu adamlar ne tür bir ciddi bir boşluğa düşerlerdi acaba?

20 Eylül 2007 Perşembe

teo ve pra

bunlar da dori ve mohammed çifti. sağıma ve soluma selam veriyorum; yaşasın teori ve pratiğin evliliği...

"material culture" mı demiştik?


milenyum bahçesi



ihmal etmedim oraya da gittim, büyük bir fasülye şeklindeki aynada sonsuz görüntülerle eğlenmek... herkes bilmeden biribirinin fotoğrafını çekiyor. ağustos sonu, ağaçların arasından sonbahar sızıyor

bir büyük ayna kı(v)rılmış

kı(v)rılıp yere dökülmüş

kâinat içine düşmüş

düşmüş ama paramparça...

(v'ler bana ait...)


19 Eylül 2007 Çarşamba


yaşasın yağlı objektifli nokia n73...


göl

bugün meteyi dinledim göle kadar yürüdüm. çok güzeldi. tekneler durdukları yerde şıngır şıngır sesler çıkarıyorlardı. bir şehrin bir yerde suyla dinlenmesi ne güzel. bir şehrin biryerlerde susması ne güzel. bir şehrin insanı susturması da öyle... şehir bitebildiği yerden konuşuyor, artık chicago'yu daha başka biliyorum, suların üstünden istanbul'a uzanabiliyorum. pusların arasından, mekanların arkasından göremediklerimi hissediyorum, hissettiklerimi görüyorum...

ve ördekler, evet ördekler... niye sıraya girdiniz bilemedim. hayran hayran seyrettim, aynı tarafa dönmüş ne yapıyordunuz öyle...

fotoğrafları uygun bir zamanda yüklerim, zira şu anda bir doküman gönderebilmek için lobiye inmiş bulunuyorum gecenin 1i itibariyle ve söylemesi ayıp pijamamın üstüne ceket giyip çıktım, tam ortadirek pazar sabahı ekmek almaya gider misali..

17 Eylül 2007 Pazartesi

oda

üstümdeki montu ofiste buldum, donmayayım diye giydim, herkes gittikten sonra çalışıyorum epeydir. ama temizlik yapan kadın hâlâ beni her görüdüğünde çığlık atıyor.

antihistaminik

allerjik bünyeli biri olarak geçende antihistaminik aldım da aklıma rahmetli kedimiz "minik" geldi. bereket hiçbirimizin alerjisi yoktu kediye de böyle anti minik, falan gibi kelime oyunları yapmak zorunda kalmadık. ama burnumda kedi denen yaratık tütüyor, söylemeliyim. burda bütün kediler sanırsam "cat conditioned" bir biçimde evlerde (hani air conditioned gibi)... köpeklerin ise allahtan doğaya kaka yapma gibi bir lüksleri ve bahaneleri var. sincaplar ise iflah olmaz paranoyalarına devam ediyorlar, "aman dur ben kaçayım ne olur ne olmaz, belki kaplan filan gelir" şeklinde.

15 Eylül 2007 Cumartesi

kahveyle yürümek

yeni arkadaşım şapkalı kahve çok huysuz. heryere benimle gelmek istiyor. çeşit çeşit elbisesi var. markaya düşkün. diyorum bak gel ben seni alayım, aldığım yerde içeyim. yok. illa benimle heryere gelicek. kerata lezzetli de... dayanamıyorum. birkaç kere de üzerime döküldü, tam kızacaktım, baktım, şapkasını iyi giydirmemişim. bak dedi, hiç kimse döküyor mu senden başka?

burada, köpekler, kahveler, cipsler ve insanlar birlikte geziyor. çeşit çeşit şapkaları var bu yüzden kahvelerin, yola dayanıklı, şöyle çeviriverince açılıp kapananlar, yırtıp da plastiğini ittiriverince tık diye tersine dönenleri filan... bütün dert bir minik delikcikten kahveyi ağıza tahliye etmek, soğumayı yavaşlatmak, "content is too hot" olduğu için mümkünse ağzı teneke kıvamında bekletmek... gizli gizli sıvıyı azaltmak. bizim kendini ifşa etme, sırrını cümle aleme salma konusunda mahir arkadaşımız, transparan giyimli, açık ağızlı, küçük fettan vücutlu çay bardağımızla uzaktan selamlaşırlar ancak...

10 Eylül 2007 Pazartesi

mehter

bugun mehter marşları okuyarak ofise girdim, çok iyi geldi. çünkü türkiye, kültür falan filan gibi bir sunuş için gecemi gündüzüme katmışken elin gavur illerinde, başka bir gaz kaynağı bulmak zor. arada bir ezan da okuyorum yolda -erkek olmadığıma teessüf ettiğim nadir anlardan biridir-, sanki dumanlı bir yere azıcık üflemişsin de duman dağılıyormuş gibi oluyor.

6 Eylül 2007 Perşembe

ofis ours

bir tür tekstil dükkanı gibi, ya da alışveriş merkezi gibi bu ofiste sabah sekiz akşam sekiz arası çalışıyorum. klima gürültüsünden başka pek birşey duymuyorsun burda. eğer kafanı dinlemek istersen kapının önüne çıkıp koskoca caddede tek tük geçen araba seslerinin arasından kuş seslerini dinleyerek biraz taze hava alabilirsin... zira burda pencere açmak diye birşey yok. otele ilk geldiğimde de birisini çağırmak zorunda kalmıştım pencereyi açması için ve adam "you need some fresh air?" diyerek sanki çok enteresan birey istiyormuşum gibi tutulmayı tutulmayı toz içinde kalmış kulbundan kaldırdı ağır pencereyi. zaten o gün bugün de kapatmıyorum. büyük borulardan geçen gürültülü hava, bütün amerikayı saran sarmalayan bir ejderha gibi ama kimse bunun farkında değil. bu gürültüde sessiz sedasız konuşarak birbirlerinin hızlı mırıltılarını bile duymayı, "oh yes?" demeyi filan öğrenmişler. tabii kendimi biraz haminne, biraz yozgatın köyünden gelmiş dut satıcısı, ya da özenti lise öğrencisi gibi filan hissediyorum ama allahtan "excuse me?" diyip tekrarlatabiliyorum ne dediklerini. "oh yes", "oh really?" filan derken hayat gelip geçiyor. hasta ziyaretine giden sağırın hikayesine dönmeyelim de...

4 Eylül 2007 Salı

3 Eylül 2007 Pazartesi

dem

insanın en büyük ihtiyacı ya da varoluşunun kendisi sıcakla soğuk arasında gidip gelmesi. ya da birşeyleri sürekli önce ısıtıp sonra dondurmak, önce dondurup sonra ısıtmak istemesi. misal, ben bu otel odasında neden bir türlü rahat edemiyorum, çünkü özetle temelde iki şeyim yok: buzdolabı ve ocak. bunlar niye bu kadar önemli? biri birgün ısıtılacak şeyleri soğutuyor, biri de birgün soğutulacak şeyleri ısıtıyor. yani o kadar basit değil ama hani temel olarak. yani "soğuk içiniz" ya da "the content you are about to enjoy (hep enjoy, hep enjoy!) is extremely hot" durumları dışında.

insan çorba içer, insan su içer, sıcak yemek ister, insan bir türlü rahat edemez. kim öğretti bütün bunları bize? ah şu tarım toplumu ah, oturup oturup sonra yiyeceklerini, sonra içeceklerini, sonra diyeceklerini biriktirir. şimdiye yapacak pek birşey kalmaz, çünkü "the content you are about to enjoy is extremely hot" ya da "dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem"

not: endişe duyulmasın, cvs'den 12.99'a çin malı bir su ve hazır çorba ve noodle ısıtıcısı (keep away from children) ve "clearance! end of summer %50 off" 6.99'un yarısı 3.49 a soğuk tutma çantası aldım ve kendi tarım toplumu sonrası endüstriyel devrim otel odamı yarattım...

fazla listesi

1. klima gürültüsü (efendim duymadım, o sırada üşüyodum)
2. yağ ve şeker (bir kedim bile yok, onun yerine göbek yaptım)
3. starbucks, cvs, dunkin ve dönütleri
4. kelime yutması (biraz yavaş konuş, az ye, zamandan kazan)
5. oak park'tan downtowna giden yol... (bu vesileyle nurdan gürbilek'in "kötü çocuk türk"ü bitmek üzere - bol tavsiye...)

2 Eylül 2007 Pazar

tipografi dersi

teknoloji, sınır ve özgürlüklerle oluşan stil, zanaatkârane çilekeşlik, dürüstlük, idealizm ve inançla oluşan yücelik ve zevk... good will, good works, achievement, art...

dön dolap

ordaydım, o dünyanın ilk dönmedolabında döndüm. önceki hali daha büyük olan ilk şey olması benim için daha önemli. daha büyük ve ahşapmış. eyfel kulesinin yapıldığı o ilk çelik sevgisi yıllarında 1800lerin sonlarında ahşap olarak yapılmış, millet korkmuş binmemiş. sonra daha küçüğü yapılmış da neyse ki, binesi gelmiş insanların. her ne kadar "not tourists guide to chicago" diye bir kitap alsam da, 6 doları verip de dolap beygiri olunca elin amerikasında şapka çıkartmak gerekiyor turizmin gücüne.

1 Eylül 2007 Cumartesi

müziğe bak

yani tabii canımız istanbulumuzda filan da oluyor böyle şeyler, abartmayalım diyebilirsiniz. hani böyle açık havada milletin çimlere yayıldığı, bizim odtüde "devrim" yazılı stadyumumuza nazır iç gıcıklayıcı bahar aylarını yudumsadığımız (duyum/yudum bir arada) günlere insanı götüren bir atmosfer... ama bu sıradan görüntünün solundaki kızcağız olayı tamamen başka bir boyuta taşıyor. şöyle ki bu kız şarkıyı söyleyen kişi değil. resmin sağındaki taburede oturan sarı saçlı zenci teyze şarkıcı. bu kız ise şarkıları işaret diline çeviren kişi... evet yanlış "duymadınız". aman efendim olur mu işitme engelliler için konser demeyin. bu o kadar hoş bir gösteri idi ki ve kız hem şarkının sözlerini çevirirken, hem de sesleri, şarkının verdiği havayı, acayip bir ritm kulağı ile hafiften salınarak ve dansederek öyle güzel veriyordu ki, sadece müzikle duyamadığımız, engellerden işitemediklerimizi çok farklı bir tondan işittik, seyredince duyduk.

bir hafta oldu

ve ben arizona marka çay içeceklerinden hangisinin daha lezzetli olduğunu, kendi kredi kartından nasıl kendinin alışveriş yapacağını, buradaki trenin hiç de zamana riayet etmeden hareket eden inatçı ve kirli bir tırtıla ve peynirin el kremine benzediğini öğrendim.